Ömer Madra, Açık Gazete'de İrlandalı yazar James Joyce'un 40. yaşında yayınlanan "Ulysses" romanını, romanın yayınlanışının 100. yıl dönümünde anlatıyor.
(2 Şubat 2022 tarihinde Açık Radyo’da, Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)
(Bu metin hızlıca hazırlanmış bir ses kaydı deşifresidir, nihai biçiminde olmayabilir.)
Ömer Madra: Evet, Açık Radyo’nun Açık Gazete'si devam ediyor. Saat 9.30’u 5, hatta 6 dakika geçerken, şimdi tekrar beraberiz Açık Gazete’de. Açılışta, ‘Tarihte bugün’de söylediğimiz gibi, 2 Şubat 1922’de bugün, James Joyce’un en önemli eseri Ulysses yayımlanmıştı. Aynı zamanda İrlandalı yazarın doğum gününe de denk getirilmişti. Kitap ilk olarak Mart 1918’den Aralık 1920’ye kadar Amerikan dergisi The Little Review'da tefrika olarak yayınlanmış. Ama bir bütün halinde Joyce tam 40 yaşındayken, Paris'te Shakespeare & Company isimli tarihi kitapçıda basılmış. Modern edebiyatın da en önemli eserlerinden biri, belki de birincisi sayılan Ulysses, adını Homeros'un, tarihin en önemli edebi eserlerinden sayılan Odysseia destanının baş kahramanı Kral Ulis’in adının Latince'sinden alıyor. Evet, şimdi tam 100 yıl oldu ve Chris Hedges -uluslararası alanda hem edebiyat hem tarih ve teoloji hem de barış üzerine yazdığı yazılarla çok iyi bilinen- Hedges da bir yazı kaleme aldı “James Joyce'un Ulysses’ine Kulak Vermek” diye. Kendisinin devamlı olarak yazdığı internet sayfası ScheerPost'ta şöyle bir şey söylüyor: “100 yıl geçti ve bu zamanı olmayan, zaman dışı kitap milliyetçiliğin, ulusalcılığın zehirlerini ve bir de putperestlik diyebileceğimiz kişilere, şahıslara tapınma durumunu ele alıyor. Doğumla ölüm arasındaki gezintilerimizde, hayat gezintilerimizde ne kadar sıradanlık varsa, sıra dışı gibi gözüken sıradanlık varsa, hepsi hakkında bizi uyaran bir kitabın 100. yaşı.” diyor. Sylvia Beach, Paris'te, Odéon sokağı, 12 numaradaki Shakespeare & Company -Shakespeare ve Dostları diye ilginç de bir adı olan- kitabevinde pek çok Amerikalı, gönüllü sürgün yazarların da bulunduğu bir yerde, bu yazarları besliyordu, sürgündeki yazarları… Hedges, 100 yıl önce bugün Beach’in, aralarında T.S. Eliott, Richard Wright, D.H. Lawrence, Thornton Wilder, Ezra Pound, F. Scott Fitzgerald ve Ernest Hemingway’in de bulunduğu kitabevi vitrinine 732 sayfalık bu romanı koyduğunu söylüyor, “James Joyce tarafından yazılmış, 'Ulysses' adında böyle bir kitabı koydu.” diyor. Kitap İngilizce konuşulan dillerde, İngilizcenin kullanıldığı dillerde pek çok yayınevi tarafından reddedilmiş ve hatta Amerika Birleşik Devletleri ile Büyük Britanya'da ta 1930’lara kadar yasaklanmış. Neden? Çünkü müstehcen bulunmuş… Bu devasa boyuttaki kitabın en önemli özelliklerinden bir tanesi, Dublin'de 16 Haziran 1904 gününde geçmesi. Bütün kitap bir tek günde geçiyor. Homeros'un Odysseia adlı destanından da esinlenerek yapılmış eser, kısa sürede 20. yüzyılın en önemli kitaplarından biri olacaktı. Don Gifford diye önemli bir araştırmacının da hem edebi hem de tarihi bütün referansları kaleme aldığı kocaman bir kitabı var, orada da “Kitap bütün insanların, doğumla ölüm arasında geçen bu şaşkın, kararsız, sersem sayıklamalarla dolu yaşantılarını bütün canlılığıyla yakalıyor.” diyor ve bizi merhamete, şefkat ve anlayışa davet ediyor. Satır aralarında çok önemli bir uyarı da getiriyor, “Bu tapınılan, kişiliğine tapınılan şeylerin, bizi ezip geçen bütün insanların -en başta siyasetçiler olmak üzere- baştan çıkarıcı çağrılarına katiyen kulak asmamamız konusunda önemli uyarılarda bulunuyor.” diyor.
Homeros'tan Joyce'a bir miras...
Ulysses romanı, İrlanda işçi sınıfının hayatlarını ele alıyor. Odysseus ya da Kral Ulysses, İthaka kralı ama malum Truva Atı’yla meşhur; Truva Krallığına karşı zaferi sağlayan, Truva Atı’nı bulan adam.10 yıllık savaştan sonra evine dönmek için de Akdeniz'de 10 yıl geçiriyor. Kendisinin İthaka’daki karısına -first lady ya karısı, kralın karısı- kocası yokken bir sürü damat adayı,“Gel benimle evlen, servetimizi paylaşalım” vesaire vesaire diyorlar. Joyce, romanın baş karakterini, yani kralı, Leopold Bloom diye 38 yaşında bir reklam tasarımcısına, milliyetçi bir gazetede, 'Freeman’s Journal' adını taşıyan milliyetçi bir gazetede çalışan Leopold Bloom diye birine, sıradan bir insana veriyor. Babası da dinine bağlı bir Macar Yahudisi ve bütün roman boyunca küçük çocuğu Rudy’e -bir 10 yıl önce ölmüş- ağıt yakıyor ki bu karısı Molly ile cinsel ilişkilerinin kesilmesine yol açmış. Kral Ulis'in oğlu Telemakus da babasız büyümüş ve ondan sonra da ergenlik çağına varınca İthaka'dan ayrılıp babasını aramaya koyulmuş. Onun da romandaki karşılığı, Stephen Dedalus diye aslında Joyce'un büyümüş de küçülmüş kendi haline gönderme yapan bir fiksiyon. Penelope, Kral Ulis'in sadık karısı da romanda yeniden yaratılmış, bu sefer Leopold Bloom adlı kahramanın eşi Molly olarak. Molly o tek günde geçen, 700 küsur sayfalık romanda, orada da bir kaçamak yapıyor. Hughes (Blazes) Boylan, “Blazes” diye lakabı olan bir adamla bir kaçamağını da düşünüyor, anlatıyor. Romanda Molly'nin 22 bin kelimelik bir monologu var; yeryüzü edebiyatının en büyüklerinden bir tanesi olarak, sevginin, aşkın ve hayatın ne kadar kutsal bir şey olduğunu onaylayan bir monolog bu ve bu monologda sindirim sistemlerini, iç organları, orgazmı vs. içeren tanımlamalar var. Bu romanın sonunda yer alan muazzam bir monolog.
Özdeş Özbay: Bu tek gün içerisinde geçen kitabın anlaşılan ciddi bir kısmını 22 bin kelimelik bu monolog oluşturuyor.
ÖM: Evet, 22 bin kelime ama kitap da 732 sayfa. Onun için okunması zor olmakla beraber tamamen insanın ufkunu değiştiren ve bir daha kendini aynı şekilde hissetmemesine yol açan… Hatta Bloomsday diye de İrlanda'da kutlanıyor bu biliyorsunuz, bir milli gün var bu şekilde. Joyce’un biyografisini yazan Richard Ellman da “bu Bloom denen adam birçok açıdan etkileyici bir karakter filan değil.” diyor. Joyce'un biyografisini yazan Ellman, diğer yazarların karakterleriyle karşılaştırıldığı zaman, demiş, işte Hemingway’in karakterleriyle, kontesleriyle ya da kocaman balıkları, kılıç balıklarını yakalayan Hemingway karakterlerine ya da Faulkner’ın karakterlerindeki bu günah duygusunu soğurmak durumunda olan karakterlere ya da C.P. Snow'un komitelerde yaşayan, çalışmalarını orada yapan karakterlerine benzemiyor ama bu aslında kuşku duyulmayan ve zihnin en değerli bazı değerli özelliklerini bize yansıtan son derece hümanistik bir eser: Yani olağanın, aslında olağandışı olan şeyin olağan olduğunu ortaya koyan bir roman. Bu açıdan son derece önemli diyor Joyce’un biyografisti Richard Ellman ve bu sonuca varmak için de başkalarının Joyce’u neyi kendilerinden ayrı tuttuklarını, işte ne konuşulamaz, ne açıklanmalıdır; silinebilen ve sindirilebilen nedir, ne değildir üzerine yazdıklarını inceliyor... Ve yani mesela, doğanın kendisi son derece feci bir belge de olabilir ya da gizli şeylerin açıklanması... Her şey bu vahşi bedenin içinde, zihnin ve zihnin parçalarının içinde her şey saklanabilir. Joyce çeşitli kutuplar arasında dolaşıyor. Yani onun zalim kişileri aynı zamanda düşünebiliyorlar ve saf zihinleri son derece insafsızca şeyleri de kendi içlerinde keşfediyorlar. Böyle bütünsel, saf tapınılacak bir şey yok, tamamen olağanı işliyor, diyor. Yani Joyce’u okumak, aslında o bilinen “şu düşmandır”, “bu bizdendir”, “o karşı taraftandır” filan gibi basitlemelerinin tamamını ortadan kaldırmaya yönelik bir gerçekliği ortaya koyan çok değişik bir kitabı okumaktır diyor. Joyce, kitabın büyük çoğunluğunu da Birinci Dünya Savaşı'nın o korkunç katliamından uzak durabilmek için Zürih’te yazmış. Orada kalıyor ve bir de tabii İrlanda'da, 1916’da İrlanda'yı işgal eden Britanya'lı işgalcilere karşı Paskalya İsyanı, Easter Rebellion denen şeyi de anlatıyor.
100 yıl sonra da güncelliğini koruyan bir roman
Yani oradan da kaçıyor, çünkü milliyetçiliğin ve şiddetin bu müstehcen çağrısının, o zehirlerin dışında kalmak istiyor ve orada Avrupalı entelektüellerin, sanatçıların, yazarların, romancıların -İrlanda'dakiler de dahil olmak üzere- o iğrenç, milliyetçi pisliğin içine batmalarına da nefretle bakarak onları seyrediyor. Askeri maceracılıktan da nefret ediyor. Yani nasyonalizmin, milliyetçiliğin öbür tarafı daima ırkçılık ve kendini üstün tutmak, kendisini, kabilesini, ülkesini yüceltmek ve “öteki” denen şeye -bu çok önemli- ‘öteki’ne karşı muazzam bir ırkçılık, düşmanlık beslemektir. Yani hayatı yaşamaya değmez kılan şeyler, böyle insanlık dışı 'öteki'ler… Bu küfrün ta kendisi diyor. Leopold Bloom ise bir pasifist, Joyce gibi barışçı ve bütün ateşli milliyetçilerle dalga geçiyor, İrlandalı milliyetçiler de dahil olmak üzere. Joyce o İrlanda milliyetçilerini de Homeros'un destanındaki Kiklop gibi tek gözlü, alınlarının ortasında göz olan salaklara benzetiyor. Yani sonuç olarak yasaya, iktidara filan bakıyorlar ve ceza veren otoriteleri, her şeyi benimsiyorlar… Romanda “Citizen” diye bir şey var, "Vatandaş" diye; o işte savaşa inananlardan, her şeyi ezen, bir şeyleri kutsallaştıran, bağırıp çağırarak sürekli bu şekilde yaşayan insanlardan bahsediyor. Sonuç olarak, bu romanda imgelemle, imgelem gücüyle Joyce, aslında başkalarına bakıp kendimizi, özellikle de yabancı kavramını görmemizi sağlıyor, diyor. Günümüzde, bugün ne kadar göçmen, yabancı düşmanlığı varsa, bu, şimdi, 100 yıl sonra çok daha büyük bir anlam ifade ediyor. (Bunu Chris Hedges değil, ben ekledim.) Yani aforoz edilme, yabancıların 'giderilme'si meselesi var, müthiş tabii. Antisemitizmle, Yahudi düşmanlığıyla da ilgili son derece önemli pasajlar var. Joyce için, dil kendimizi bilmemizin bir aracıdır diyor, ister resmi bildirgelerde, ister kitle kültüründe, ister medyada… Medyaya da aslında “ölü gürültü" diyormuş ve yani gerçekliğin sindirilebilir parçaları, küçük parçaları ya da ses parçalarıyla böyle önemsiz olanı, mitik olanı ve olağan dışı olanı verebilen bir şey olarak görüyor. Bu retorik ve bu dil aslında açıklamaktan çok, özellikle basını ve radyoyu -o zamanın ünlü aracı olan radyoyu da- çok ciddi şekilde eleştiriyor; “karanlığı getiriyor” diyor, yani önemsizi önemli hale getiriyor ve böylece amaç şudur filan diye günün mânâ ve ehemmiyetini vurguluyor, çevremizde olan insanlarla, komşularımızla, arkadaşlarımızla, kimle olursa olsun bağlarımızı zayıflatıyor diyor.
"Sonuç olarak roman 'cri de cœur' denen, yürekten yükselen bir çığlık"
“Halbuki biz aslında kendi kardeşlerimizin bakıcılarıyız.” diyor. Yani sonuç olarak böyle son derece ilginç bir şekilde bir insanın kusur ve zaafları konusunda da gayet dürüst yazıyor ama şöyle bitiriyor yazısını Chris Hedges, Stephen Dedalus, yani oğul karakterinin kutup yıldızı, örnek aldığı kişi William Shakespeare. İrlandalı değil tabii, İngiliz ama o da, Shakespeare de Joyce gibi kendi dünyasında, kendi etrafındaki dünyanın içinde yaşıyor ve bütün bu olguları insan doğasının ritimlerini ve insan toplumunun ritimlerini araştırmak için hammadde olarak kullanıyor. İyilik ve kötülük, bencillikle özgecilik, kahramanlıkla korkaklık arasında gidip gelen kapasiteyi, sevme ve nefret etme yeteneğini, hepsini bir karmaşık insan varlığıyla, Stephen Dedalus’la gösteriyor. Roman içinde durmadan Hamlet’i, Shakespeare'in ünlü Hamlet karakterini düşünüyor. Yani sonuç olarak roman 'cri de cœur' dedikleri, yürekten yükselen bir çığlık; kendi ortak insanlığımızın bir çığlığı. Dışarıda bırakılanların, dışarı atılanların yüceltildiği -İrlandalı şair William Butler Yeats’in söylediği, yazdığı gibi- bir dizi gürültücü bankerin, okul müdürlerinin, baş müdürlerin, baş müfettişlerin ve baş rahiplerin yere indirildiği, dünyanın, insan yaşamının bir gürültüden kahramanca bir statüye getirildiği bir eser, diyor. Yani unuttuğumuz, tarihin unuttuğu ve unutturduğu şeyleri hatırlatıyor. Halbuki asıl onları, hayranlığımızı ve saygımızı kazanması gerekenleri ortaya çıkarıyor diye bir değerlendirme yapmış Chris Hedges, James Joyce'un "Ulysses" romanının basılmasının 100. yıl dönümünde. Ve 2 Şubat Çarşamba günü hem Joyce’un doğum günü hem de Sylvia Beach’in ilk baskısını verdiği, üzerinde mavi ve beyaz harfler olan mavi kapağı ile ilk baskısını kendisine verdiği günün yıl dönümünde ben de Princeton'daki evimden, diyor Chris Hedges, birkaç blok öteye yürüyeceğim ve Sylvia Beach’in gömülü olduğu mezarlığa gidip bir teşekkür edeceğim, diyor.
Kitap böyle işte. Biz de sizinle bunu paylaşmanın mutluluğunu yaşadık. İyi beceremedim tabii, çok kolay bir iş değildi, ama şimdi size bir şarkıyla veda edelim; J.L. Molloy tarafından bestelenmiş Clifton Bingham tarafından da sözleri yazılmış, “Love’s Old Sweet Song” diye bir şarkı var, bu roman içinde sık sık geçen harika bir şarkı; “Aşkın Eski Tatlı Şarkısı” adını taşıyor. Pek çok yorumu var, ama biz size bunu şunun için seçtik, Ulysses’in de 12-13 sayfasında geçiyor bu şarkı. Molly, konser turnesinde söylemek üzere hazırlıyor bu şarıyı. Yani oraya göndermeler var, çok ilginç. Biz bunu Jo Stafford ve Gordon McRae ikilisinden dinleyeceğiz şimdi ve bu bölümü kapatmış olacağız: ‘Love’s Old Sweet Song’u dinliyoruz.